Dr. Yusuf İLERİ
Haliç Üniversitesi Öğretim Görevlisi

KAVAS


Ankara Maliye Okulunun günlük yaşantısında normal, doğal ve mutat bir hal almıştı KAVAS... KAVAS... tezahüratı. Her maliye okulu öğrencisi daha okulun ilk günlerinde bu tezahüratla tanışıyor, önce şaşırıyor, sonra gösteriye katılıp renklendiriyor ve giderek bu gösterilerin ateşleyicisi, ayrılmaz bir parçası ve tamamlayıcısı oluyordu.
Bu gösteri ve tezahürat niçin yapılıyordu? Altında yatan psiko-sosyal nedenler neydi? Kuşaktan kuşağa artan bir coşkuyla nasıl geçiyordu? Muhatabı hangi kriterlerle seçilmişti? Aynı gösteri ve tezahürat niçin bir başkası için yapılmıyordu? Bütün öğrencileri birleştiren ve coşturan bu duygu ve eylem selinin kaynağı neydi? Yatılı okumamızın, hoca ile kurduğumuz bu paradoksal ilişkide rolü neydi? Bu konuları araştırmak ve bu soruları cevaplandırmak, böyle bir yazının amacı değildir. Dileyenler bu hususları araştırabilirler. Yine de bu hususlara anımızın doğal seyri içinde gerekli ve zorunlu olarak yer yer değinilmiş ise de; esas amacımız, bu anlı şanlı gösterilere konu olan şahsiyeti ve bu gösterilerden birinde aldığım o küçük rolü anlatmaktır..
Bu gösteri ve tezahüratların muhatabı olan okulumuzun müdür yardımcısı Mehmet Emin KAVASOĞLU aynı zamanda 1/B sınıflarının değişmez muhasebe hocasıydı. ”Evladım, Bilanço işletmenin aynasıdır”sözü kendilerine aittir. İlk olarak 1/B sınıfı öğrencilerinden Yusuf EVREN den, hocaya atfen bu sözü duymuştum. Sevgili Yusuf, bu bilgileri, okulumuzun satış kolu başkanı olarak bizzat işlettiği okul kantininde daha o günlerde uygulama imkanı buluyordu. Ve Yusuf, şimdi Yeminli Mali Müşavir. Hocamızın; müstahdem olarak başladığı, memur olarak çalıştığı maliye okulunda, gerekli öğrenim ve prosedürü tamamlayarak önce hoca, sonra da müdür yardımcısı olduğunu biliyorduk. İşte böylesine pragmaktik bir yaşam öyküsüne sahip olan hocamız, bir müddet de İstanbul Maliye Okulu’nda müdür olarak görev yapmıştı.
Hocamızın görüldüğü her yerde, aynı anda muhteşem bir koro oluşuyordu. Bütün öğrenciler eksiksiz bu koroda yerlerini alıyorlardı. Aslında bu gösteriye koro demek doğru olur mu? Çünkü hareket ve yürüyüş halindeydik. Yani hocamızı izliyorduk. Hocamız nerdeyse bizler de ordaydık. O’na olan ilgimizi KAVAS.....KAVAS ... şeklinde haykırıyorduk. Bu sözcüklerde ilahi bir mesaj, sihirli bir yan vardı. Çünkü her nerede ve hangi tempoyla söylenirse söylensin, her öğrenci tarafından hissediliyor ve duyuluyordu. Belki de 1975-1978 lı yılların ortamına uygun olarak bu gösterilere miting dersek daha doğru olur. Ne var ki bu gösteriler, mitinge de uymuyordu. Çünkü bu gösterilerde ne bir talepte bulunuyor ne de herhangi bir tepki gösteriyorduk. Üstelik o gün ki mitingler polis veya başka güçlerin müdahalesine uğruyor, olaylı bitiyordu. Oysa bizim gösterilerimiz bahar havasıyla başlıyor ve oyuna dönüşüyordu. Zaman zaman hocamızın müdahalesi olsa da, bu bir kişiyle sınırlı kalıyor, göstericiyi yalnız ve zayıf bulursa ezmeye çalışıyor, bu durumlarda dahi, el öptürüp ‘bir daha yapma evladım’ diyerek af ediyordu.
Hocamız sanırım hiçbir zaman sempati duymadığı, bu ebed-müddet sevgi gösterisinden, artık bıkmış ve inciniyor olmalı ki; okula giriş çıkışına dikkat ediyor ve biz sevgili öğrencileriyle karşılaşmaktan kaçınıyordu. Öyle ki okulu kendi kendisine zindan yapmıştı. Halbuki bizim bu gösterilerdeki amacımız ise, hocamıza ulaşmak ve kendisiyle barışmaktı. Çünkü aramızda bir iletişimsizlik vardı. Bizlerle sorunu olduğunu her haliyle belli ediyor, soğuk davranıyordu. Belli ki bu sorunları çok derinlerden yatıyordu. Belki de ağabeylerimizle yaşadıklarını bizlere yansıtıyordu. Ya da yapısaldı, yani kişiliğinden kaynaklanıyordu. Sebepleri ne olursa olsun; gerçek şu ki; bizlerle konuşmak ve sorunlarımızı çözmek için hiç bir girişimde bulunmuyordu. Tam aksine bizlerle karşılaşmak bile galiba en korkulu rüyası ve gerçeğiydi. Umutsuzdu. Kısacası sorunlarımızı birebir aşamıyorduk. İşte bu rüyayı ve gerçeği kavramış olan biz öğrencileri ise, kendisini tanımak, sırrını çözmek ve kaçış sebeplerini ortadan kaldırmak istiyorduk. Israrlıydık, her anı ve alanı kullanıyorduk. Bu masum isteğimize ise, ağabeylerimizden bize kalan yöntemle, geleneklerimize uygun bir şekilde KAVAS... KAVAS... tezahüratlarıyla ulaşmaya çalışıyorduk. Ne kadar büyük gösteriler yapıp, ne kadar bağırırsak hocamızın bizi daha iyi duyacağını ve anlayacağını sanıyorduk. Öyle ki bu tezahüratlar o yıllarda Ankara’ da yoğun olan hava kirliliği ile birleşince sesimiz düşüyor, kısıtlı olan harçlığımızın bir bölümü boğaz pastiline gidiyor, ama biz devam ediyorduk. Samimiydik, hocamıza ulaşmanın başka bir şeklini ve yolunu bilmiyorduk. Başka türlü bu gösterilerden bu kadar keyif almamız ve ısrarla sürdürmemiz mümkün müydü? Yaptığımız işi çok ama çok seviyorduk.


Bu büyük gösterilere hoşgörü göstermeyen hocamızın üzüldüğünü ve sinirlendiğini ve hata sinir krizleri geçirdiğini biliyorduk. Yine de samimi ve dürüst olduğumuz için hocamızın bu halini görmezlikten gelip, kızmamasını ve zevk almasını umuyorduk. Öyle ki okulda ebed-müddet bir Kavas’çılar gurubu vardı. Bu arkadaşlarla hocamız arasında özel bir söylem ve hukuk oluşmuştu. İlişkilerde çoğunlukla beden dilini kullanıyorlardı. Bu arkadaşlar hocayla herhangi bir yer veya şekilde karşılaştıklarından iç güdüsel davranıyorlar; Hocamız da sinirleniyor, çileden çıkıyordu. Bizler ise gülüyor ve eğleniyorduk. Bizim şair Aydın BALATACI ise, bir taraftan bu gösterilere katılıyor, diğer taraftan bütün bu olup bitenler için ‘garip ilişkiler silsilesi’ diyordu. Yönetimin ise, okul müdürümüz dahil; bütün bu gelişmeleri tam bir sessizlik ve yansızlık içinde izlemesi bizi cesaretlendiriyordu. Aslında bizler, bu gösterilerle sevgimizi ve mutluluğumuzu paylaşıyor; hasretimizi, acımızı, hüznümüzü ve kederimizi dağıtıyor, dayanışmamızı gösteriyor, güvenlik içinde özgürleşiyorduk. Yani rahatlıyor, deşarj oluyorduk. Duygularımızda tam bir uyum vardı.
Hocamız ise, derslerde olduğumuz saatlerde okula girip çıkıyor, hatta bazı farklı yollardan okula giriş ve çıkış yaptığı konuşuluyordu. Gündüz yerine geceleri çalıştığını, hatta firarda olduğunu dahi duyuyorduk. Çünkü çeşitli noktalara yerleştirilmiş gözcüler bile kendisine rastlayamıyorlardı. İronik bir şekilde sözü edilen yer altı kazı yolları ise, hiçbir zaman bulunamamış ve doğrulanamamıştı, ama Wolkswogen marka arabasının garip şekiller aldığını hepimiz görüyorduk.
Maliye Okullular, “okul mümessili” uygulamasını gayet iyi bilirler. Son sınıf öğrencileri, sırayla, bir hafta boyunca “okul mümessili” olarak görevlendirilirler. Bu görevlendirmede, mümessil olan kişiye, idareye ait yetkiler tanınır; geleceğin potansiyel yöneticisine daha orta öğretimi döneminde, koca bir okulu sevk ve idareye yetkili tek kişi gibi hareket etme imkanı verilirdi. Hepimiz bu görevi heyecanla bekliyorduk. Öyle ki 1/B sınıfının başkanı olan Salih Zeki ŞAHİN “okul mümessili” olduğu sırada üzerinde mümessil yazılı olan kırmızı pazubantla Ulus’tan Kızılay’a kadar yürüdüğünü, Yeni mahallede teyzesini ziyaret edip elini öptüğünü, Gençlik parkında volta attığını, Kıbrıs Kıraathanesinde oyun oynadığını duymuştuk. Okuldaki lakabı ‘Jön’ olan, gerçekten de Jön’lüğü; yakışıklılığı, tarzı ve kızların kendisine olan ilgisiyle fazlasıyla hak etmiş olan Sevgili Salih, bu durumda ayrıca ‘Kuş’ lakabıyla payelenmişti. Bazen de bu iki saygın lakap birleştirilerek kendisine ‘jönkuş’ deniliyordu. İşte böyle bir görevi yürüttüğüm yani ‘okul mümessili’ olduğum sırada hocamız dersi olduğunu, ders bitiş zilini çalmamamı, çünkü kendisinin üç dakika evvel sınıftan çıkarak zili bizzat çalacağını söyledi. Hocamızın niyetini anlamıştım. Başta rahmetli VOLKAN olmak üzere Sevgili Orhan MUTLUAY ve diğer arkadaşları haberdar ettim. Ders bitiş zilini ise 5 dakika evvel çaldım. Hoca tam sınıfı terk etmeye hazırlandığı sırada yakalanmıştı. Hem de ders verdiği 1/B sınıfında, yani iki uzun koridordan oluşan okul binasının idareye en uzak olan noktasında.
Büyük ve muhteşem koro çoktan yerini almıştı. Önce aynı koridordaki 2/A sınıfı, sonra birinci sınıflar ve nihayet tam ve organize bir katılımla 2/B sınıfı ve üçüncü sınıflar. Okul çınlıyordu. Bir süredir kayıp olan hoca bulunmuş ve bir kez daha sevgi seliyle kuşatılmıştı. Çocuksu bir zalimlikle eğleniyorduk. Hocamız yemekhanenin bulunduğu alt kata inerek uzaklaşmaya ve kaçmaya çalıştı. Bizler bağırdıkça, hoca kaçıyor; Hoca kaçtıkça, bizler bağırıyorduk. Koro takipteydi. Alt ve üst kattaki bütün koridorlar dolmuş, KAVAS... KAVAS... tezahüratları eşliğinde hocamızı tarihimize yakışır ve ağabeylerimizi aratmayacak şekilde bir kez daha uğurluyorduk. Final ise her zamanki muhteşemliği ile idarenin önünde yapılmış ve tamamlanmıştı.
O günden sonra KAVASOĞLU hocamızın dersi olunca, bitiş zili normal zamanından önce çalınıyordu. Artık okul mümessillerine verdiği süreden çok önce gelip zili bizzat çalıyor, adı gibi emin olmadığı durumlarda sınıf mümessilini kendisine yardımcı olması bahanesiyle derse alıyordu. Ama yine de bazen okul mümessili daha erken davranıp zili hocamızdan evvel çaldığı oluyordu. Tabi ki bu durumlarda gösteri ve tezahüratları yenileyerek; tekrar tekrar KAVAS... KAVAS... diye bağırarak varlığımızı ve sesimizi hocamıza duyurma imkanı buluyor ve rahatlıyorduk. Yıl sonuna doğru dersin süresi, neredeyse normal süresinin yarısına inmişti. Biz 1/B sınıfında okumayan diğer öğrenciler bundan faydalanıyorduk. Gerçi bütün bu çabalarına karşı yine de hocamızı yakalama şansını buluyorduk. Ne de olsa Ankara küçüktü. Ama bu kadar mutluluk bize yetmiyordu. Biz hocamızı her an görmek istiyorduk. Çünkü hocamızla buluşurken yakaladığımız o mutluluğu hiçbir şeyle kapatamıyorduk.

E-mail : Yusufileri@süperonline.com

İŞTE GELDİK GİDİYORUZ,
VAR OLASIN MALİYE OKULU...

Cumhuriyet devrinde Maliyemiz, üstünde çok çalışılmış bir konudur. Yüzyılların aksaklıklarının giderilmesi ve zamanın getirdiği esasların yerleştirilmesi, büyük emeklerle olmuştur ve daha çok emeklere ihtiyaç vardır.  Maliye Okulu gençlerinin, Maliyemizi ehliyetle işletip ilerleteceklerine inanıyorum. 06 Şubat 1947 İsmet İNÖNÜ